KÖTÜLÜĞE TUTSAK OLMUŞ BİRİNİN ORADAN NASIL SIYRILIP ÇIKACAĞINA YA DA ÇIKAMAYACAĞINA DAİR SORULAR SORDUM.

Ne kadar uzun zaman olmuştu böyle tek başına kalabalık arasında, sıradan biri gibi yürümeyeli. Garip bir rahatlık hisseti. Bir daha hiç geriye dönmemek geçti içinden o an. Kocaman bir boşluk hissi sarmıştı her yerini, şehrin kalabalık kaldırımında kocaman bir yalnızlık. Bu yalnızlık hissi aynı zamanda garip bir arınmışlık ve maziye dönüştü adeta.

‘Tutkuyla sahip olmak mı? Tutkuyla bırakmak mı sana sahip olanları?’

Bu sözü tekrarlıyordu sürekli.

Karmakarışık olayların ve insan ilişkilerinin arasından sıyrılmış

labirentin çıkışını bulmuş ve ilk kez gerçek dünyaya ulaşmış gibi bir parlama canlandı ruhunda. Anında bir çıkış kapısı gibi görünen bu parlama çok uzun, yıllar önce girdiği ama bir daha asla çıkamadığı dolambaçlı koridorlara dönüştü bir anda.

Yüzleşmek istediği ama asla buna cesaret edemediği, unuttum dediği,  ama asla unutamadığı, çıktım, kurtuldum dediği ama asla çıkamadığı.

İlk kez Metronun giriş kapısından içeriye girdi. Turnikenin önüne geldi ne yapacağını bilemedi. Bileti, ya da kartı yoktu şaşırdı. Kenara çekildi. Turnikeden geçen insanları izledi.

Genç bir öğrenciye sokulup cebinden çıkardığı yüz lirayı uzattı

-Benim içinde kartını kullanır mısın?’ dedi. Genç

-Bozuğum yok. Üzgünüm. Dedi

-Üstü kalsın. Dedi parayı uzattığı sırada Ekrem Bey.

Genç sevinçle kartını makineye okuttu.

Kalabalık insan gurubuyla yürüyen merdivenlerden aşağıya küçük savunmasız bir çocuk gibi inmeye başladı.

Merdivenin sonuna geldiğinde kalabalığı takip etti. Bir başka yürüyen merdiven ile tekrar daha derine iniyordu herkes. O da inmeye başladı. Gittikçe yürüyen merdivende yalnızlığını, korkularını anlatacak kelimelerden korkarak daha derine doğru iniyordu.

Geldim demeye korkuyordu, içinde derin bir sessizlik yankılandı.

İçinde kendine benzeyen ama öldürdüm sandığı, her şeyi bildiği için nefret ettiği, korktuğu için ondan tiksindiği, yapmadıklarından dolayı aşağıladığı biri harekete çoktan geçmişti.

Babası alnının ortasında bir damar olarak şişmeye başladı. Giderek daha belirginleşti. Elini alnına götürdü ateş gibi yanıyordu. Damarının patlayıp oluk oluk kanamasından korktu. Terlemişti.

Kimi çocuğun en büyük kâbusu babası değil midir?

Güneş tutulur ya hani, kör bir karanlıkta dualar kesilir, kalp çarpar telaşla sisler arasında.

Geceye yatmak ister de yatamaz.

Her şeyi unutmak ister de unutamaz.

Faş olmuş bir büyü gibi düğümleri çözülür ya aynen öyle.

Artık tüm çiviler yerinden.

Bütün düğümler çözülür ne atkı kalır ne örgü.

Dökülür an, sökülür zaman.

Ne dil kalmıştır, ne gönül.

Nakışları dökülmüş eski bir saraya dönüşür insan.

Toz toprak bürür her yeri.

Yosun tutan kiremitler dökülür çatıdan.

Duvarlar çatlar kabuk, kabuk dökülür ortaya çıkar anılar.

Yuva yapmış bir kuşun düşmanı hissettiğinde telaşa kapılması gibi.

Kalp çarpmaya başlar.

Korktu

Ürktü

Panikledi.

Kurguladığı bütün o ihtişamlı güç algısı rüzgârın önündeki saman çöpleri gibi savrulmaya başlamıştı. Kara bir deliğin cazibesinde dönüyordu ne varsa. Sol yanı ağrımaya başladı.

Öyle bir an gelir ki zamana yenik düşer insan.

Bir zarfa,

Bir bakışa,

Bir gerçeğe,

Can solduran anılara.

Öyle bir an gelir ki açılmamaya yeminli perdeler açılır.

O an karanlığa yer açar zaman.

Çengel olur takılır etine adamın an

Kanar derinlere gömülmüş an.

Cüzama yakalanmış gibi dökülür ruhundan sedefler, yakutlar, inciler

Geride bir boşluk

Derin bir şüphe

Bir can sızısı hatıralar

Kaçmak ister de ayaklar viran

Koşmak ister de nefes tükenik

Ölmek ister de ölüm bile çekip gider

Gölgeye bile olamaz

Ne sağı vardır, ne solu

Ne önü, ne ardı

Güçlü bir titreme gibi maziye doğru savruluyordu. Kara güçlerin hâkim olduğu, sevmekle, ölesiye korkmak arasında sıkıştığı anlara. Babası eliyle zihnine dikilen karanlık kayıtların dikim zamanına. Onu bu günlere savuran, böylesi bir adam olmasının sebebi olan anlara, genetik şifresinin kodlandığı, yazılımının virüslerle donatıldığı yabanıl, onursuz, ruhsuz, ihtiraslı, acımasız bir babanın elinde şekillendiği çocukluk yıllarına.

Yürüyen merdivenin sonuna geldiğinde ne yapacağını ve hangi yöne gitmesi gerektiğini kestiremedi.  Oysa onca insan ne yapması gerektiğini biliyordu. Kimi sağ tarafa, kimi sol tarafa doğru guruplar halinde ayrıldılar. Ortada kalakaldı.  Duvardaki levhaları bile okumayı akıl edemedi. Daha kalabalık olan tarafa doğru yürüdü. Sarı şeridin önünde guruplar halinde bekleyen insanların yanına küçük bir çocuk gibi yanaştı. Beklemeye başladı.

Metronun, trenin gelmesinden önceki uğultusu ve serin nemli rüzgârı yaladı yüzünü önce, ardından hatıraların soğuk nefesi sokuldu yanına, ıslak, yapışkan. Üşüdü.

Tahta atını sürdüğü yıllarda babasının yanına gelip ona söylediklerini hatırladı. Hani insan yaralı zamanları çoğu zaman içine gömdüğü kişiden okumaya başlar ya işte bu okuma çok ama çok daha çan yakıcı gelir adama. İçindeki çocuğun gözlerinde okumaya başladı.

‘Bir gün seninde oğlun olacak ve benim seni yetiştirdiğim gibi sende onu yetiştireceksin.  Çok güçlü olacaksın, herkesten, bütün insanlardan daha güçlü. Sende bu gücü oğluna günü geldiğinde devredeceksin. Acımayacaksın zira acınacak duruma düşersin. Korkmayacaksın ama herkesi korkutacaksın. Zaman en iyi yazardır derler, zamanın mükemmel sonu yazacağına inananlar avanaklardır. Sen kendi kaderini kendin yazacaksın ve senin için yazılan hiçbir şeyi kabul etmeyeceksin. Sevmek acizliktir sen kimseyi ihtirasla sevmeyeceksin ama herkes seni sevecek.’

Trenin sesi ile irkildi. Parlak ışıklar gözünü aldı. Önünde duran vagonun otomatik kapısı açıldı,  içeriden çıkan insanlar küçük kısa pantolonlu bir çocuğu görmeyip çarpar ya aynen öyle adama çarparak yol açtılar kendilerine. Sanki karşılarında böyle biri yokmuş gibi. Hayalet gibi hissetti adam kendini. Tam vagonun kapısının kapanacağı sırada trene binip ortadaki demire tutundu. Karşısında oturan adamı babasına benzetti. Tren hareket etmişti. Adama bakıyordu. Kulaklarında babasının sözlerini duydu tekrar.

‘Ne bahasına olursa olsun asla yılmayacaksın, duygusallığa yer yok bu çetin dünyada. Acırsan acınacak hale düşersin. Herkes önünde diz çöktüğü sürece güçlüsün bunu sakın unutma. Hiç bir kadın seni terk edemeyecek ama sen hiç birine bağlanmayacaksın. Kullan at. Neslinin devamı için birini seç ve doğursun. Hepsi o. Aşk diye bir şey yoktur dünyada. Erkeğin gücü vardır hepsi bu. Aşk bir mayın tarlası gibidir; bir basarsan bin parçaya ayrılırsın. Hiç bir kadın hayatını mahvetmeye değmez.’

Tren durmuş ve anonstan son durağa geldiklerini anlamıştı. Herkes trenden inmeye başladı, o ise direği sıkı sıkı tutuyordu.

Yalnızlık onda, kimliksiz olmaktı aslında. İçindeki, acı dumandı. Dilinden bir türlü atamadığı acı tat. Zihninden asla uzaklaştıramadığı annesinin kızıla boyanmış haliydi.

Kendinden önceki son yolcuda tren den indiğinde tutunduğu direği bırakmak istemeyen çaresiz biri gibi bir sağa, bir sola baktı, bomboş mavi koltuklar arasında çaresiz ve ne yapacağını bilemez, terk edilmiş, dışlanmış, önemsiz, etkisiz, güçsüz, aciz, hissetti kendini. Bir süre bekledi ardından direği sıktığı parmaklarını gevşetti trenden dışarıya adımını attı. İnsanlar uzaklaşmıştı. Panikledi koşmaya başladı önüne çıkan merdivenlerden yukarıya çıktı.

Gün gelir buz tutmuş bir dağda bir filiz çatlatır mı bütün dağı?

TAHTA AT.